Kenan Fani Doğan

Kenan Fani Doğan

02 Nisan 2011

EŞKİYA


Òm Hayd'ın anısına...

Çok eski zamanlarda köylerden birinde yaşlı bir deve varmış. Kimilerine göre güngörmüş kadirbilir biriymiş. Kimine göre de vartalar atlatmış bir serdengeçti. Genç olduğu dönemlerde dağdan dağa köyden köye yıllarca dolaşmış bir mahkum ünü dört bir bucağı sarmış bir eşkiya olduğu söylenirmiş.

Öldürdüklerinin sayısı o kadar kabarıkmış ki hesaplamak isteyenler parmakla saymaya koyulur bir türlü altından kalkamazlarmış. Hiç kimse yaşlı devenin kendisinden sormaya cesaret edemezmiş. Yaşlı olmasına rağmen hala vakur hatta ürkütücü denecek kadar heybetli biri imiş. Çevresinde kendisine dokunulmazlık yaratan biraz da korkuyla karışık bir saygı çemberi oluşmuş imiş. Serde eşkiyalık var ya..

Her köyde adına ayrı bir efsane dizilir her evde onun maceralarının ayrı bir versiyonu anlatılırmış. Kahramanlık üzerine cesaret üzerine bağışlayıcılık üzerine bazen de acımasızlık üzerine hikayeler kıssadan hisse misali hep bu yaşlı deveyle ilintilendirilirmiş. Köyün dişileri yaramazlık yapan yavrularını yaşlı deve ile korkutur uyumak istemeyen küçük yaramazları yine yaşlı devenin ismini çağırarak uyuturlarmış.

Yaşlı olduğu için çifte çubuğa gitmez günlerini söğütlerin gölgesinde sigarasını tüttürerek geçirirmiş. Yaşlıların çoğu gibi elleri titrediği için sigarasını bir türlü yakamaz çevreden geçenleri çağırarak eşkiyalık günlerinden kalma kavlı çakmağını onlara verir sigarasını yakmaları için yardımlarını rica edermiş. Herkesin işte güçte olduğu sıcak yaz dönemi boyunca yaşlı devenin çoğu günleri yalnızlık içinde geçermiş.

Komşunun haylaz torunu da olmasa devenin yalnızlığı katlanılamaz dereceye varacak imiş. Torun demişken biraz açalım. Bilirsiniz deve yavrusuna torun denir. Devenin yaşlılık döneminin yoldaşı olan torun önceleri bebeklik döneminden duyduklarının etkisiyle yaşlı deveye fazlaca yanaşmaz ürkekçe etrafında dolaşır uzaktan kolaçan edermiş. Zamanla yaşlı devenin korkulmayacak biri olduğunu anlamış. Onun sevecenliğine kanaat getirdikten sonra sokulmaya başlamış. Giderek yaşlı deveye ısınmış. Yaşlı deve de küçük yaramazı pek severmiş. Böylece ahbap olmuşlar. Öyle ki yaşlı devenin eşkiyalık günlerinden kalmış yegane alameti olan kavlı çakmağını torun taşır olmuş.

Kavlı çakmağı emanet alalı beri torunun yürüyüşü bile değişmiş imiş. Yaşlı genç ayırmadan büyük adam havalarına girerek konuşur alıntılarını yaşlı devenin anlattıklarından yapar her sözün sonunu getirir kavlı çakmağa ve yaşlı deve ile ahbaplığına dayandırırmış. Sabahları uyanır uyanmaz anasının memesine saldırır karnını doyurduktan sonra kavlı çakmağı dikkatlice kuşağına yerleştirir doğruca yaşlı devenin bulunduğu söğütlüğe yollanırmış. Annesi torunun bu büyümüşte küçülmüş haline biraz da hayretle için için güler ve farkettirmeden ‘bu gidişle eşkiyaya çırak olacak’ diye mırıldanırmış. Gizliden yakınırmış çünki söylediklerini yaşlı devenin işitecek olmasından ödü koparmış.

Torunla yaşlı devenin ahbaplığı bir ilerlemiş ki sormayın. Torun çocuk aklıyla her merak ettiğini sorar yaşlı deveyi cevap vermekten gına getirinceye kadar sorularının ardı arkası gelmezmiş. Yaşlı-başlı develerin çoğu müsaadesiz yanına bile yaklaşamaz hatta gözlerinin içine bakamazken torun yaşlı eşkiya ile o denli senli-benliymişki gören kırk yıl birlikte eşkiyalık etmişler sanırmış. Yaşlı eşkiya da toruna o denli bağlanmış ki onun bir dediğini iki etmezmiş. Torunun yaramazlıklarından ve olur olmaz sorularından bezdiği zamanlar bile belli etmemeye çalışır ‘inşallah biraz sonra acıkarak annesinin yanına yollanır ben de kurtulurum’ diye iç geçirirmiş.

Torun neler mi sorarmış? Neler sormazmış ki...
- Senin ellerin niye titriyor?
- Yaşlılıktandır.
- Sen niye yaşlısın?
- Senin gençliğin anlaşılsın diyedir.
- Ben niye gencim?
- Ben yaşlı olduğum için yoksa aradaki fark bilinmezdi.
- Ne fark var arada?
- Bak benim ellerim titriyor birinci fark burada. Canlılar doğar yaşlanır ve ölürler.
- Ölüm nedir?
- Yeniden doğmaktır.
- Her ölen doğar mı?
- Başka bir şekilde.
- Sen ölünce yeniden doğacakmısın?
- Başka bir şekilde yaşamaya devam edeceğim.
- Nasıl?
- Karanlığa batan güneş gibi.
- Güneş karanlıkta kaybolur mu?
- Hayır bizim göremediğimiz yerleri aydınlatır.
- Nasıl?
- Ben yaşlıyım karanlıklara gideceğim. Sense gençsin doğdun ve büyüyorsun. Senin doğuşun benim batışımdır fakat aynı zamanda benim göremeyeceğim karanlıkların aydınlanmasıdır. Tıpkı güneşin battıktan sonra nereyi aydınlattığını şimdi göremediğimiz gibi benim göçüp gitmemden sonra ben de seni göremeyeceğim. Ama benden sonra kalacağını biliyorum. Bir yerleri aydınlatacaksın çünki yaşam ışığa benzer hatta ışığın ve sıcaklığın ta kendisidir.

- Gündüzleri niçin aydınlıktır?
- Gece karanlık olduğu için.
- Gece olmazsa ne olurdu?
- Gece olmazsa gündüz olduğunu anlayamazdık.
- Sen gündüzmüsün?
- Hayır alaca karanlık.
- Ben neyim?
- Gündoğumusun.
- Gündoğumu nedir?
- Akşamla ölen gün sabahları bir başka günde yeniden hayat bulur.
- Ben eşkiya olacakmıyım?
- Hah hah haaaa!
- Niye güldün?
- Güldüm işte.
- Olamazmıyım yani?
- Ne olacağına sen karar vereceksin.
- Karar nedir?
- Hani nerede benim kavlı çakmağım, yandır bakayım şu cıgaramı! Sen daha acıkmadın mı torun?
- Hıh? Biraz..
- Hadi bakalım eve, annen seni merak ediyordur.

Günler böylece geçip gidiyormuş. Derken birgün köyün mutad toplantılarından biri gelip çatmış. Dişili-erkekli bütün develerin belirli dönemlerde toplanmaları adettenmiş. Herkes temizlenir süslenir köy meydanında toplanırmış. Toplantıya torunlar dışında bütün yetişkinler katılır, topluluğun çeşitli sorunları, hazırlıkları bu toplantılarda görüşülürmüş. Alacak verecek meselelerinden evliliklere, husumetlere kadar her sorun burada tartışılır karara bağlanırmış. Yaşlı deve eşkiyalıktan döneliberi geleneksel toplantıların başkonuğu imiş. O konuştuğu zaman herkes dinler, görüşlerine katılınmadığı durumlarda bile saygı gereği olumlanıyormuş gibi yapılırmış. Ama yaşlı eşkiyanın dediklerine kimse itiraz etmezmiş, edemezmiş. Kural dışı olmasına rağmen yaşlı devenin teklifi üzerine son toplantıya küçük torunu da katmışlar. Yaşlı deve ‘benim kavımı taşıyor, cıgaramı başkasına yaktırmam’ deyince kıramamışlar, böylelikle torun da toplantıya katılmış. Katılmazdan önce yaşlılar torunu bir köşeye çekerek çıtını çıkarmamasını ve oturduğu yerden usluca olan biteni seyretmesini bir güzel tenbih etmişler.

Toplantıda epeyce görüşülüp tartışılmış bir çok konu karara bağlanmış. Tam toplantı bitmek üzereymiş ki bizim küçük haylaz bulunduğu yerden yaşlı deveye hitaben tüm avazıyla:

- Eşkiya sen niye onlarca öldürdün? Diye sormaz mı..

Ortalık biribirine karışmış torunun üzerine seyirterek azarlamaya susturmaya yeltenenler olmuş. Yaşlı deve oturduğu yerden müdahale ederek herkesi sükunete davet etmiş ve toruna seslenerek:

- Getir benim kavımı şu cigaramı yandır, demiş.

Sigarasını yaktıktan sonra torunun yanıbaşına oturmasını istemiş. Kimi yaşlı deveden korktuğundan kimi meraktan kimi saygıdan çıt çıkarmıyormuş. Herkes sus-pus olmuş imiş. Ama hepsi yaşlı devenin tavırlarından bir şeyler anlatacağını sezinlemiş imiş.

Yaşlı deve önce gözlerini kapamış. Eski günlerinden kalan bir alışkanlıkmış. Söylediklerinin tartışılmaz olduğunu ve itirazların kötü sonuç vereceğini hissettirmek için hep böyle yaparmış. Toplantıdakiler işin ciddi olduğunu anlamışlar sessizlik daha bir koyulaşmış. Öyleki herkes soluğunu tutar haldeymiş. Sonra dizlerinin dibine çökmüş olan toruna anlatıyormuşcasına bütün topluluğa seslenmeye başlamış.

- Oğul demiş. Ben ilk cinayetimi bu köyde işledim. Köyümüzde bütün köyü karıştıran fitne ve fesat yeryüzünden kaybolsa yeniden icad edecek bir karıştırıcı vardı. Yaşlılar hatırlarlar bu fesadın yüzünden hergün köyde bir kavga çıkar muhakkak hergün yeni bir anlaşmazlık olur develer biribirine kırılır hatta düşman haline gelirlerdi. Düşündüm ki bu fesadı ortadan kaldırırsam köyümüze sükunet ve birlik yeniden döner. Köy meydanında herkesin gözü önünde tutup bu fesadı öldürdüm. Artık mahkumdum ve dağlardaydım. Köyümüz bir müddet huzur bulduktan sonra karışıklıklar yeniden başgöstermişti. Dağlara bana erzak getiren yakınlarıma soruyordum ve anlatıyorlardı. Yeni bir fesat çıkmış ki eskisini mumla aratır diyorlardı.

- Kendi kendime esas fesat kendini gizlemeyi başarmış şimdi ben bunu da öldürürsem köyümüz sonsuza kadar namussuzlardan temizlenmiş olur dedim. Köye inerek bu ikinciyi de öldürdüm. Bir müddet sonra üçüncüsü çıktı onu da aynı şekilde ortadan kaldırdım.

- Cinayetler artınca düşmanlarım da çoğalmıştı. Devlet durmadan üzerime müfrezeler yolluyordu. Sonunda bu dağdan o dağa bu köyden diğerine derken bütün ülkeyi dolanır oldum. Gittiğim her köyde bizim köyün fesadına benzer fesatlar vardı. Bir kez fesadın kökünü kurutmaya soyunmuştum ya. Peşini bırakamıyordum. Fesatlar da bir türlü bitmek bilmiyordu. Sanki bütün dünya fesat kaynıyordu. Öldürmekle bitiremeyeceğimi anlayınca artık vakit çok geç’ti. Acaba ben fesatların bitmeyecek çoklukta olduğunu bilseydim elime silah alıp adam öldürürmüydüm?

- Hayır Öldürmezdim.

- Fesatlar olmasa dürüst insanların anlaşılamayacağını, namussuzluğun bu nedenle sonsuza kadar aramızda yer bulacağını, namus ve onur kavramlarına ayna tutacağını anladığım an silahımı bıraktım ve eşkiyalıktan vazgeçtim. Yaşamımın arta kalan kısmını fesad öldürmek yerine namuslu insanlara yardımcı olmaya adadım. Gündüz geceye, karanlıklar aydınlığa böylece galip gelebilirdi. Ben akılsızlığımdan öldürmüştüm evlat, her fesadın katlinde bir parça da doğrunun anlaşılmasına katkı sunan ibret sahnelerini bilmeyerek ortadan kaldırmıştım.

- Farklı insanlarda ayrı-ayrı yer bulmasının dışında erdem ve fesadın aynı kişinin benliğinde birarada yaşayabileceğinin binlerce örneği vardır. Aramızdaki fesatlardan önce benliğimize sinmiş fesada bakmamız gerekir. İçimize nüksetmiş kötüyü yenemezsek yüreğimizde iyilik yeşermez. Bunun biricik yolu aramızdaki fesatları ibret için bile olsa yaşatmaktır. Işığın, sağlığın, sevginin değerini bilmemiz için kötülerin de varolması lazımdır. Şayet yaşadıklarını sanıyorlarsa ilişmeyin yaşasınlar. Karanlık gibi, hastalık gibi, nefret gibi ölçü görevi görsünler. İyi mizaç kötüyü ölçüt alır, kötülükten sakınır. Kötülükler tanınmazsa insanlığın yüce değerlerini kavrama olanağından mahrum kalırız. Tecrübelerimiz arasında kötü de bulunsun, mahrum kalmaktan evladır.

- Sen sen ol öldürme sakın oğul.

- Fesadı açıkla, uzak dur..

Sözlerini bitirdikten sonra gözlerini açtı. Delici bakışlarıyla toplantının bittiğini ve herkesin dağılması gerektiğini emreder gibiydi. Yaşlı sevecen yerini ceberrut eşkiyaya bırakmıştı. Munis görünümünün altında gizlenen o hiç sönmemiş eşkiyalık ateşi yeniden püskürüyordu sanki. Kötüye karşı dikilmenin yeni yorumuydu dile getirdikleri toplantının ders ve kapanış konuşması yerine geçti. Anlatılanlar uzunca yıllar unutulmayacak, giderek geleneklere karışacaktı. Dinleyenler aynı sessizlikle dağıldılar.

Bu eşkiyanın katıldığı son toplantı oldu. Birkaç ay sonra hastalandı. Ölmeden önce köyünde katlettiği ilk fesadın yanına gömülmesini istedi. Oysa eşkiyanın korkusundan ilk fesadı mezarlığa gömmeyip köyün dışında yalnız başına gömmüşlerdi. Eşkiya yaşadığı sürece yakınları bile fesadın mezarını ancak gizlice ziyaret ederlerdi. Vasiyete herkes şaşırdı ama yaşlı eşkiyayı kıramadılar. Ölünce götürüp köyün fesadının yanına gömdüler. Torun cenaze gömülürken çok mahzundu. Herkes ayrıldıktan sonra bile mezar yerini terketmedi. Yalnız kalınca kuşağından çıkardığı kavlı çakmağı eşkiyanın başucuna gömdü. Sonra eğildi, mezar taşını öptü. Ağlıyordu. Eşkiyanın ölümünü kabullenememişti. Doğruldu, nemli gözlerini dağ doruklarına uzanan patikalara dikti. Yollar ömür gibi uzundu. Bir müddet öylece kalakaldı. Sonra elini cebinde gezdirdi, çakısını arıyordu, buldu. Çakıyı sımsıkı kavradı, yürümeye koyuldu. Eşkiya gibi ağır adımlarla ilerliyordu.

Aradan yüz yılı aşkın süre geçmişti. Köyün mezarlığı önceki yerinden eşkiyanın gömülü olduğu yere taşınmış eski mezarlık birkaç belirsiz tümsekten ibaret kalmıştı. Eşkiyanın bağrında koca bir çınar yükseliyordu. Çınara yüzlerce bez parçası asılıydı. Herkes eşkiyayı unutmuştu. Eşkiya fesadın yanına gömüleliberi bu mezarlık fesatların ve kötü ruhların  tel'in edildiği ulvi bir mekâna dönüşmüştü. Buranın bir yatır olduğu, ululardan ulu bir evliyanın çınarın altında yattığı söyleniyordu. Yanına gömülenlerin sorgu-sual görmeyeceği kanısı yaygındı. Hastalar şifa dilenmeye, derdi olanlar çare bulmaya bu yatıra geliyorlardı. Çevrede yaşayan ahalinin yanısıra eşkiyalar da yatırı ziyaret ediyordu. Görülme korkusuyla gündüz gelemeyen firariler gece karanlığında geliyor, ulu çınardan dilek diliyorlardı.

Günahı söyleyenlerin boynuna. Develerin ülkesinde yaşlı çınarların gölgesine sığınmış birçok evliya mezarının aslında namlı bir eşkiyaya ait olduğu dilden dile dolaşmaktadır. Eşkiya hikayelerinin evliya menkîbelerinden daha revaçta oluşu böyle açıklanmaktadır.

Stockholm - 2005








Hiç yorum yok :